Sintra – Cascais – Estoril

Sintra – Cascais – Estoril

3 Mayıs 2022

Gezimizin Lizbon’daki 3. gününde araba kiralıyoruz ve Lizbon yakınlarına günübirlik bir gezi yapıyoruz.

Bugün programımızda Sintra – Roca Burnu – Azenhas do Mar – Cascais ve Estoril var.

Sintra Lizbon’a 29 km mesafede.

Yüksek tepelerde kurulmuş dağların arasında gizlenmiş bir şehir. Google map ile bazen uyumlu olmayan, dar yollardan geçerek bir gezi yapıyoruz. Park yeri bulmak da çok kolay olmuyor ama yine de Ali Vefa’nın pratikliği ile hiç vakit kaybetmeden istediğimiz yerlere gidebiliyoruz.

Sintra; Orta çağdan kalma Moors Kalesi, Pena Ulusal Sarayı,  Sintra Ulusal Sarayı, Quinta da Regaleira bahçeleri, şatolar, villalar, eşsiz bahçeler yanı sıra lüks otel ve kafeleri ile de ünlüdür. Bu güzel yapıları ile şehir UNESCO kültür mirası listesinde yer almaktadır.

Rivayete göre Roma döneminde bölge halkı İmparator Octavius ​​Augustus için bir tapınak inşa ediyor. Ancak inşa ettikten sonra Roma nedense onu reddediyor. Böyle olunca bölge halkı onu Ay’a yani Cinthia’ya (Yunan Ay Tanrıçası Artemis’in diğer adı) adıyor ve bölgenin adı Sintra oluyor.

18. ve 19. yüzyıllarda özellikle aristokratlar, şairler ve yazarların bir süre ikamet ettikleri romantik mimaride bir yerleşim yeridir.

1. Sintra Ulusal Sarayı

Tarihi şehrin merkezinde yer alan saray şehrin simgesidir. Günümüzde müze olarak kullanılan sarayın tarihi Mağribi valilerin şehre konutlarını inşa ettikleri 9. yüzyıla kadar uzanıyor. 19 yüzyılın sonlarına kadar Kraliyet Yazlık Konutu olarak kullanılmış. Portekiz Rönesansı’nı temsil eden saray günümüzde müze olarak kullanılıyor.

Dünyada bugüne kadar pratik olarak bozulmadan ayakta kalan birkaç Orta çağ sarayından biridir .

Dış cephesi oldukça sade olan sarayın iki beyaz kulesi bulunuyor.

Biz içini gezmedik. Hem içeride hem de dışarıda Ortaçağ, Gotik, Manuelin ve Rönesans mimarisinin etkilerinin olduğu söyleniyor. Sarayın içi benzersiz azulej çini süslemelere sahipmiş.  

2. Mağribi Kalesi (Mouros Kalesi)

9. yüzyılda Mağribiler tarafından Sintra’yı korumak amacıyla inşa edilmiş. Hristiyanların Portekiz’i işgali sonrasında harabe halini almış. Kral II. Ferdinand zamanına kadar unutulmaya terk edilen kale onun tarafından restore ettirilmiş. Kaleye gitmedik. Ancak tepedeki kaleyi Sintra’dan fotoğrafladık.

Sintra’da cömertçe vakit ayıracağınız 2 saray; Regaleira ve Pena Sarayları’dır.

Birbirinden çok farklı bu 2 saray son derece muhteşem ve özgün.

3. Regaleira Sarayı (Quinta da Regaleira)

Bu saray ve çevresi beni Sintra’da en çok etkileyen yer. Gotik tarzdaki saray ve çevre yapıları ile burası müthiş estetik, gizemli, mistik ve merak uyandırıcı bir görünümde.

1697 yılında yapılmış saray eskiden Porto’da zengin bir tüccar ailesi olan Regaleira Baronlarına ait bir bölgede bulunuyormuş.

19. yüzyıla kadar dönemin zengin tüccar aileleri yaşamış. Daha sonra 1892 yılında Carvalho Monteiro isimli bir Portekizli böcek bilimcisi tarafından satın alınmış. Monteiro, İtalyan bir mimarla anlaşıp 1904 ile 1910 yılları arasında sarayı baştan yaptırarak günümüzdeki halini almasını sağlamış.

Daha sonra el değiştiren saray Sintra Belediyesi tarafından alınıp restore edilerek 1998 yılında halka açılmış.

Monteiro, dört hektarlık arazi içindeki saray, bahçeler ve değişik yapılarda ilgi alanlarını, ideolojilerini simgeleyen sembollerin kullanıldığı bir ortam yaratmak istemiş. Monteiro, bir kitapsever, koleksiyoncu, şair ve okülistti. Katolik bir askeri tarikat olan Tapınak Şövalyeleri’ne derin bir ilgi duyuyordu. Yaşadığı yerde Pagan ve Hristiyan sembollerine yer verilmesini istiyordu. Bu konuda mimar ve senaryo yazarı Luigi Manini’den yardım almış. Sonuçta saray ve çevresi ezoterizm, mistisizm, mitoloji ve sihir dolu bir yere dönüştürülmüş.

Göller, heykeller, mağaralar, kuleler ve esrarengiz yapılarda; Masonlar, Tapınak Şövalyeleri ve ezoterik bir tarikat olan Rosicrucianism’i (Gül Haçlılar; 16. yüzyılda Avrupa’da kurulan bir örgüt) çağrıştıran gizli semboller bulunuyor. 

Bir söylentiye göre Harry Potter’ın yazarı bu gizemli saraydan etkilenmiş. Zaten Saray ve bahçelerinde gezerken Harry Potter film sahnelerinde geziyor gibisiniz.

Roman Polanski’nin  Nadir bir kitap satıcısını canlandıran Johnny Depp’in oynadığı gerilim filmi “The Ninth Gate'”n bir kısmı da burada çekilmiş.

Arazinin ters çevrilmiş bir pentagram olduğu iddia ediliyor.

Giriş yaptığımızda önce Sanat Ofisi‘ni görüyoruz. Burada adından da anlaşılacağı üzere kültürel etkinlikler düzenleniyormuş.

Menhir

Bahçede “Menhir” denilen 10-12 metre yüksekliğinde dev taş anıtı görüyoruz. Bu bir tür totemi temsil eden tarih öncesi kutsal bir sembol olarak kabul ediliyor.

Göksel Dünyaların Terası ve bir köşede gözetleme kulesi olarak hizmet veren Zigurate.

Gizeme doğru yola koyulalım 🙂

İnisiyasyon Kuyusu (Ters Kule)

27 metre derinliğindeki kuyu Orta çağ Avrupası’nın yaşayan en önemli yapılarından biri. Gerçekte bir kuyu değil. İnilen/çıkılan sarmal merdivene sahip ters çevrilmiş bir kule. Zaten su da yok 🙂

Merdiven, her 15 basamakta küçük düzlükler ile ayrılmış dokuz seviyeden oluşuyor. İçinde su bulunmayan, 9 katlı sarmal merdivenden oluşan kuyu sadece inisiyasyon (Masonluğa kabul töreni) için yaptırılmış. Merdivenlerinin dokuz dairesel seviyesinin, Dante’nin İlahi Komedya’sında anlatılan Cehennemin dokuz dairesi, Araf’ın dokuz bölümü ve Tanrı’nın dokuz göğünü simgelediği düşünülüyor.

Dokuz sayısı için sonsuz sayıda yorum varmış. Ancak genellikle bir yenilenme veya yeniden başlama duygusuyla ilişkilendiriliyor:

Yeni bir dizinin başladığı son tekil sayıdır.

Tapınak  Şövalyeleri Tarikatı’nı kuran ilk dokuz şövalye vardı.

Yunan mitolojisinde ilham perileri, Zeus ve Mnemonize’nin dokuz kızıydı.

İnsanın hamileliği dokuz ayda tamamlanır…

Ayrıca merdiven ile ortadaki açık alan arasındaki duvarlarda kutsal bir sayı olan ve Tarot’un 22 Büyük Arkana’sını çağrıştıran 22 boş niş olduğuna dikkat çekiliyor. Büyük arkana büyük sırlar anlamına geliyormuş.

Ters Kule; cennet ve cehennem arasında bir bağlantı, kendini tanıma arayışı veya ezoterizmin temellerine giriş olarak düşünülüyor. Böylece, bir kutsama yeri olarak ritüel bir rol atfediliyor.

 Merdivenlerden inildiğinde zeminde Carvalho Monteiro’nun armasının temsili olan sekiz köşeli bir yıldızla üst üste bindirilmiş bir Tapınakçı haçı var. Aynı zamanda “düzen” ile ilişkili bir sembolmüş bu. Gül Haçı. (Dan Brown’dan burada bir film çevirmesini bekliyoruz).

Burada bir zamanlar gizli toplantıların yapılıyor olması ve kulenin gizemli hali insanı heyecanlandırıyor.

Bitmemiş Kuyu 

Daha küçük olan kuyu düz inen merdivenlere sahip. Bu düz merdivenler daire biçimli zeminleri birbirine bağlıyor.

Ve bu kuyuların amacı su depolamak değil çeşitli törenlere ev sahipliği yapmak.

Yeraltı Tünelleri

Malikane arazisinde mekanları birbirine bağlayan pek çok yeraltı tüneli ve labirentler bulunuyor. Tünellerden bazıları muazzam yer altı kulelerine açılıyor.

Labirent Mağarası

Ve birden karşınıza böyle enfes bir manzara çıkıyor.

Labirenti andıran yollarda ve varılan noktalarda tefekkür eder insanoğlu. Sembolleri düşünür, anlamlandırmalar yapar. Ölüm/diriliş, karanlık/aydınlık, bitiş/başlangıç, gölgeler/gerçekler, hüzün/huzur.

Mistisizm yanı sıra su ve ışık muazzam bir görsellik sunar.

Buradaki mağaralar yapay. Tünellere giriş olarak inşa edilmişler. Mitolojide ve doğa bilimlerinde bulunan hava, su, toprak elementleri ile oluşturulmuş. Burayı meşalelerle gezen insanlar da 4. elementi ilave etmişler.

Regaleira Kulesi

Leda’nın Mağarası

Perpetua Bahçesi’nin tabanında yer almaktadır. Altıgen bir şekle sahiptir. Aynı şekilde mağaranın tavanından sarkan metalden bir sembol, Yahudiliğin geleneksel ikonu olan Davut yıldızıdır. Altı köşeli yıldız; cennet ve yeryüzü birliğinin sembolüdür. Bununla birlikte, heksagram evrensel anlamlar açısından zengindir: Hinduizm’de “Yantra” olarak bilinen erkek ve dişi arasındaki bağlantıdır. Masonluk için bu, doğanın aktif ve pasif güçlerinin birliği olacaktır. Simyada dört elementin bağlantısını temsil eder.

Burada yanında kuğu olan bir kadın heykeli vardır. Bu da mitolojik olarak Zeus tarafından baştan çıkarılan Leda (Sparta kraliçesi)’nın, kuğuya dönüşümünü simgeler. İlaveten kadın, bazı teorilere göre Lekesiz Gebelik (ruhsal varlık tarafından döllenen fiziksel beden) ile sembolik bir analoji kuracak olan bir güvercini (Kutsal Ruh’un simgesi) elleri arasında tutmaktadır.

Kutsal Üçlü Şapeli

Gotik ve Manuelin tarzda etkileyici bir dış cepheye sahip.

İçeride, yüksek sunağın üzerinde, ölümden dirildikten sonra İsa, Meryem olabilecek bir kadına taç giydirirken görülür.

Tavanda Masonik simge olan “Radiant Delta” (Tanrı’nın gözü) olan bir üçgen bulunuyor.

Saray

Aslında burası mimarisi ile etkileyici bir şato. Beş katlı.

Dış cepheden bakıldığında Sekizgen Kule ve yanında Yuvarlak Kule bulunuyor. Yine dış cephede taretler (küçük kule), çörtenler (oluklar) mevcut ve girift oymalarla bezeli.

Krallar Odası; Odanın adı Portekiz’in 20 kral ve 4 kraliçesinin portrelerinin duvarda asılmış resimlerinden gelmektedir.

Her duvarın ortasında Lizbon, Coimbra, Porto ve Braga şehirlerine karşılık gelen bir arma vardır. Ahşap tavan da etkileyici.

Müzik Odası

Balkon

Mermer çerçeveli kapının üzerinde, bir yanda Carvalho Monteiro, diğer yanda eşi Perpetua Augusta’nın figürü görülüyor.

Aslan başlı kapı tokmağı

Tanrıların Sundurması (Tanrıların Yolu)

1) Merkür (Roma mitolojisinde) veya Hermes (Yunan mitolojisinde); tanrıların elçisidir. İnsanlar ve tanrılar arasında iletişimi sağlar. Aynı zamanda dört elementten birini temsil eden rüzgarın (hava) tanrısıdır.

2) Vulcan veya Hephaistos (Yunan mitolojisinde); doğanın başka bir elementi olan ateşle ilişkilendirilir. Belki de arınma anlamında anlaşılabilir. Ama aynı zamanda eritilebilen tüm malzemeleri (demir, bronz, gümüş, altın) temsil eder ve bu nedenle simyaya bir referans olarak kabul edilir.

3) Şarap tanrısı olarak bilinen Bacchus (Roma mitolojisinde) veya Dionysos (Yunanlılar’da). Bununla birlikte, müzik okulunun yaratıcısı ve ilk tiyatro temsilcisi (Carvalho Monteiro’nun tutkularından ikisi) olarak kabul edilir. Aynı zamanda bir yasa koyucu, medeniyet ve barışın destekçisi olarak kabul edilir.

4) Roma mitolojisinde Lupercio veya Lupercus’a karşılık gelen Pan (Yunan mitolojisinde); doğa ve evrenle bağlantılı pastoral bir figürdür. Ancak yarı insan ve yarı keçi oluşu nedeni zaman zaman önüne çıkan insanları görüntüsü ile korkuturdu. (Bu nedenle “panik” sözcüğüne ilham kaynağı olmuştur). Ayrıca kırlarda müzik çalan sevimli bir figürdür. Pan flüt olarak bilinen bir flüt yarattı.

5) Ceres (Roma mitolojisinde) veya Demeter (Yunan mitolojisinde) tarımın temsilcisi olarak toprağın bereketini temsil eder. Bu tanrıçaya mevsimlerin tanımlanmasında önemli bir rol atfedilir.

6) Flora (Roma) veya Cloris (Yunanca) tüm doğayı bünyesinde barındırır ve özellikle baharı (yenilenme ve çiçek açma dönemi) temsil eder. Carvalho Monteiro’nun botaniğe büyük bir ilgisi olduğunu ve bahçesinde pek çok egzotik tür yetiştirdiğini ve bu tanrıçanın adının tüm bitki krallığını belirtmek için kullanıldığını belirtmek gerekir.

7) Venüs (Roma) veya Afrodit (Yunanca) güzellik ve aşk tanrıçasıdır. Deniz kökenli (köpükten veya bir kabuğun içinden doğmuş), dört elementin temsilini tamamlar.

Bu yol üzerinde görülen aslan, mülkün Regaleira Baronesi tarafından sahiplenildiği döneme kadar uzanır ve kraliyet ailesine bir övgü niteliğindedir.

Ancak ezoterizm açısından, yeraltı dünyasının koruyucusu olarak kabul edilen gücü, gururu ve bilgeliği simgeleyen bir güneş figürüdür.

8) Orpheus, Yunan mitolojisinde şairlerin en yeteneklisidir. En vahşi hayvanları babası Apollon’dan miras kalan lir eşliğinde evcilleştirir. Mükemmel şarkı söyleyebildiği düşünülüyor. Şair Camoes’e bir ima veya manevi yükselme arayışındaki insanoğlunun bir temsili olabilir;

9) Fortuna veya Tyche (Yunanlılar için), kaderin, iyi ya da kötü şansın kişileştirilmesidir. Tasarımlarını rastgele dağıttığı için bazen kör veya gözleri bloke edilmiş olarak temsil edilir (Adalet gibi).

Dekoratif bir vazoya oyulmuş insan başı figürü.

İbis Çeşmesi

İbis bir çeşit kuştur. Çeşme duvarına resmedilmiş.

Loca (Loggia)

Arazinin çeşitli yerlerinde zarif banklar var.

Bank 515

Bahçede mermer bir bank var, uçlarında köpeklerden (erkek ve dişi tazılar) oluşan güzel bir heykel seti.

İlk başta köpekler, Regaleira Sarayının içindeki av sahnelerini anımsatıyor. Ancak ortadaki genç bir kadın bir kaseyi (kutsal kase?) kaldırıyor.

Rakamlar birçok şüpheye çanak tutuyor. Dante’nin İlahi Komedyası ile ilişkilendiriliyor.

Aslanlı Bank

4. Pena Ulusal Sarayı (Renkli Saray)

Sintra dağlarının en yüksek bölgesinde, yemyeşil ormanın içinde konumlanmış Pena Sarayı, 19. yüzyıl Romantizminin eşsiz örneklerinden biri.

Saray; çeşitli mimari tarzları bir arada barındırması, capcanlı renkleri ve etrafındaki parkların içinden geçen masalsı yolları ile göz alıcı bir güzellikte.

Portekiz’in 7 harikasından biri seçilen ülkedeki en dikkat çekici saray, Avrupa’nın da en güzel saraylarından biri olarak kabul ediliyor.

Saray, Sintra Tepeleri’ndeki tacın mücevheri olarak tanımlanıyor.

Göletler, çeşmeler, mağaralar ile süslenmiş geniş bir park içinde bulunan sarayın tarihi Pena Meryem Ana’ya adanmış bir şapelin bulunduğu 12. yüzyıla kadar uzanıyor.

Kral I. Manuel 1503’te aynı yerde daha sonra Hieronymite Tarikatına  verilmek üzere Pena Meryem Ana Kraliyet Manastırı’nı inşa ettirir.

1755 Lizbon depreminde harap olmuş ama yine de aktif olarak kullanılmış.

1834 yılında tarikatların kaldırılmasının ardından terk edilmiş.

1836 yılında kral olan II. Ferdinand çok kültürlü, birçok yabancı dil bilen, sanatçı, koleksiyoncu, sanata sanatçıya sponsor olan bir Kral-Sanatçı idi.

Eski binanın üzerine yazlık bir konut yapma niyeti ile çıktığı yolda buranın potansiyalini görüp büyüsüne kapılıyor. Baron Wilhelm Ludwig von Eschwege’den yardım alıyor  ve çalışmayı büyütüyor. Bir madenci ve mühendis olan Alman Ludwig; amatör bir mimardı. Bununla birlikte, Pena Sarayı’nı inşa etmek için çok seyahat etmiş ve Almanya’daki ve dünyanın başka yerlerindeki kalelerinden ilham almış.

Ferdinand’ın yaratıcılığı, romantik hayal gücü ve sanatçı kişiliğini yansıtan sarayın yapımına 1842 yılında başlanmış ve 5 yılda neredeyse tamamlanmış.

1910 devrimiyle Portekiz Monarşisi kaldırılmış. Ülkenin son kraliçesi olan Amelie sürgüne gönderilmiş. Amelie, ülkesini terk etmeden önceki son gecesini burada geçirmiş.

1910’da Cumhuriyetin ilanı ile saray “Ulusal Anıtlar” kategorisine alınarak müzeye dönüştürülmüş.

Pena yıllar içinde renklerini kaybetmiş ve uzun süre gri renkte kalmış. Ancak 20. yüzyılın sonlarında orijinal renklerine boyanmış ve eski güzelliğine kavuşmuş.

UNESCO tarafından 1995’te Dünya Mirası listesine giriyor.

Pena Parkı ve Ulusal Sarayı, 2020 yılından itibaren “Avrupa Konseyi Kültür Rotaları” kapsamındaki “Avrupa Tarihi Bahçeler Rotası”na entegre edilmiştir. Konsey tarafından seçilen 40 adet Kültür Rotası bulunmaktadır.

Saray; Romantik, Gotik, Manueline, İslam ve Rönesans mimarisinin ahenkli bir birlikteliğine sahip.

Kırmızı ve sarı cephesi, büyük bir taş merdiven, bazı mitolojik yaratıklar, büyük ve küçük birçok kubbesi ile büyülü bir his veriyor.

Evet peri masalları böyle saraylarda yaşanmış olmalı.

Elhamra Kapısı

Kalenin giriş kapısıdır. Magribi etkisi ile yapılmıştır. Kemerin ortasındaki kilit taşı (İslamik mimari örneği) üzerinde anahtar figürü bulunur. Çinilerin arasına serpiştirilmiş üç gül motifi de bulunmaktadır.

Anıtsal Giriş Kapısı

Cephe, Alfama’daki Casa dos Bicos’tan esinlenerek elmas şeklindeki taşlarla yapılmış.  Kapının üzerindeki iki kule de Belem Kulesi kulelerine benzemektedir.

Triton Kapısı

Triton Kapısı, sarayın dört bir yanında rastlanan sembolizm unsurlarından biridir. Triton, Antik Yunan mitolojisinde bir deniz tanrısı ve Poseidon’un oğludur. Gövdesi; bir insanın üst kısmı ve bir balığın alt yarısından oluşur. Ferdinand, yarı insan yarı balık bir canavar olan ama her iki dünyanın da bir parçası olan Triton’u dalgalar, mercanlar ve diğer deniz sembolleri ile çevrili dev bir kabuğun üstüne oturtmuş ve Sintra’yı simgeleyen sarmaşıklar ve sembolik ögelerle kaplı bir ağaç gövdesi ile birleştirmiştir.

Güç ve korku duygularını çağrıştırmakla birlikte belki de Ferdinand bu geçidin, ziyaretçilerinin gerçek dünyayı geride bırakıp hayal dünyasına adım attığı yer olmasını istemiştir.

Tabii unutmamak gerekir ki Portekizliler, denizci bir millet olarak su sembolizmini her zaman sanatsal kültürlerinin önemli bir öğesi olarak kullanmıştır.

Pena Sarayı’nda gördüğümüz kırmızı binalar manastır kalıntıları üzerine kurulmuş “İlk Saray”. Sarı binalar ise manastır restorasyonunun dışına taşan “Yeni Saray” kısımları.

Şapel (Manastır Şapeli)

Tepesinde kırmızı bir Saat Kulesi var. Burası Lizbon’daki Belem Kulesi’nden ilham alınarak yapılmış.

Ön kısmında da beyaz ve zümrüt yeşili çinilerle süslenmiş bir Çan Kulesi bulunuyor.

Pena Sarayı’nın rengarenk, saray, orman ve Sintra manzaralı çekici teraslarından kopamıyoruz. En güzel manzaralı teras Kraliçe Terası.

Sarayın içerisinde yer alan kraliçe ve kralın odaları, hanedan salonları, terasları, çalışma odaları, Arap salonu, şapel, büyük salon ve mutfak oldukça güzel.

Mozaikler ve fresklerle süslenen iç mekan  göz alıcı.

Hieronymite Manastırı 

Sarayın dışı kırmızı boyalı kısmına girince Magribi tarzında, duvarları çinilerle bezenmiş küçük bir avluya giriyoruz. Burası eski manastır kısmının restore edilerek yapıldığı Eski Saray bölümü. Bayıldığım Endülüs Mimarisi. İki katlı yapıya farklı tarz mimari eklentiler yapılmış.

Manastır avlusunun ortasında, dört küçük kaplumbağa tarafından tutulan dev bir deniz kabuğu oyması var. Açık kabuk bir rahmi temsil ediyor. Çünkü bu küçük sahne su altı dünyasını doğuran bitkisel dünyanın bir alegorisi. Dünyanın en ileri denizcilik kaşiflerini doğuran zengin Portekiz Kralları gibi.

İki katlı yapının üst katında avlunun sütunlarının üstünde korkunç yüzler bulunuyor.

Üst kat “Asil Kat”. Tonozlu kemerli iç balkona açılan 14 oda bulunuyor. II. Ferdinand’ın kullandığı bu bölüm daha sonra Kraliçe Amelia tarafından kullanılmış.

Yemek Odası

Yemek odası, girift nervürlü tonozlardan yapılmış ve fayanslarla kaplı göz alıcı bir tavana sahiptir. Masa, sanki hala ziyaretçilerini bekliyormuş gibi kurulu bekliyor.

Kral Karlos’un Ofisi

Sarayın dikkat çeken yerlerinden biri olan Kral Carlos’un odası. Duvarlarında, Kral Carlos’un çizdiği düşünülen “Pena Parkı’nda Su Perileri ve Satirler” adlı resim bulunuyor.

Kral Carlos’un Banyosu

Pena Palace, kişisel hijyen için özel olarak tasarlanmış sanitasyon tesislerine sahip ilk kraliyet konutlarından biriydi. Oda banyo olmasına rağmen yine de dekoratif süslemelerle dolu. Yerler ve duvarlar olağanüstü seramiklerle kaplanmış.

Sigara Odası

Yıllar öncesinden böyle bir yer ayırmaları ne kadar incelik. Krallar evet ama diğer odalarda sigara içmediklerini farz ediyorum 🙂

Büyük Salon

Gotik tarzda döşenmiş salonda Osmanlı sarayından da esinlenilmiş. Odanın iki ucunda ellerinde meşale tutan iki Osmanlı heykeli var.

Sarayın bu en büyük odası “Bilardo Odası” olarak da bilinir.  Sarayın eğlence ve sosyalleşme alanı idi.

Arap Kabul Odası

Bu odaya uzaktan bakıldığında, duvarların dışarıya açıldığını ve tavanın fevkalade oymalı olduğu düşünülebilir. Ama aslında, bunların hepsi “optik illüzyon”dur. Bu tekniğe Fransızca ” göz aldatmak ” anlamına gelen “Trompe-l’ œil “denir . Üç boyutlu gözüken nesneler, burada boyadan başka bir şey kullanılmadan iki boyutlu farklı bir perspektifte yaratılmıştır. Tablolar, 1854 yılında saygın İtalyan senograf Paolo Pizzi tarafından yapılmıştır. Odayı daha büyük ve görkemli göstermek için kullanılmış bir tekniktir.

Mutfak

5. Azenhas dos Mar Köyü

Sarayları gezdikten sonra yine Sintra’ya bağlı Atlantik Okyanusu’na kıyısı olan bu şirin köye geliyoruz. Biraz kuzeyde ve merkeze yaklaşık 15 dakika mesafede olan bu güzel manzarayı seyrediyoruz bir müddet.

6. Roka Burnu (Cabo dos Roca)

Buralara kadar gelmişken Avrupa kıtasının batıdaki en uç noktasını görmeden dönemezdik.

Avrupa kıtasının en batı noktasının anıtı bulunuyor.

Burası…

Dünyanın bittiği yer

Ve denizin başladığı  (Luiz Vaz de Camoes)

Bir de kayalıklar üzerine inşa edilmiş bir Deniz Feneri var.

Cascais

Küçük bir sahil kasabası. Tipik bir balıkçı köyüyken 1870’de Kral Luis, yaz tatili için buraya tercih etmiş. Bir zamanlar sessiz bir kasaba iken Mahkeme Kasabası olarak bilinmeye başlamış. Kale valisinin konutu, mahkemenin kurulacağı bir kraliyet sarayına dönüştürülmüş.

Kasaba, mahkemeyle birlikte kraliyet ailesini, soyluları ve aristokratları cezbetmiş. Böylece güzel villalar ve konakların inşasıyla köy, cazip bir tatil kasabasına dönüşmüş. Babası gibi Kral Carlos da kasabayı çok sevmiş ve yaz tatillerini burada geçirmiş. Cascais büyüdükçe, komşu kasaba Estoril de nasibini almış. Burada da güzel binalar, oteller ve hatta bir kumarhane yapılmış.

Cascais, Ian Fleming’in James Bond’u yarattığı yer. O yüzden 007 James Bond’un doğum yeri olarak da geçiyor.

Çevreye bir göz atıyoruz. Bu arada acıktık da. Deniz kıyısında Mar do İnferno isimli güzel bir deniz restoranında akşam yemeğimizi yiyoruz.

Estoril

Burası da müthiş kumsallarıyla ünlü bir şehir.

Ünlü olmasının bir diğer sebebi ise Ian Fleming’in James Bond serisindeki Casino Royale romanına esin kaynağı olan Casinosu. Bu Casino aynı zamanda Avrupa’nın en büyük casinosuymuş.

James Bond’un “Majestelerinin Gizli Servisi” filmi de ayrıca Casino’nun yakınındaki 5 yıldızlı Palacio Estoril Hotel’de çekilmiş.

Haç Kalesi (Forte da Cruz)

Estoril’de hemen Casino’nun bahçesinin bittiği yerde, Tamariz plajında bir malikanedir. Eski kale, Brezilya ve İspanya’da bakır madenlerinin sahibi olan büyük sanayici Joao Martins de Barros tarafından satın alınıp restore edilmiş.

Günümüzde Estoril’in simgelerinden biri olan malikane özel davetler ve toplantılarda kullanılıyormuş.

Bugünkü gezimizi tamamlayıp Lizbon’a dönüyoruz. Vefa yine nata yemek istiyor. Adres yine Cafe A Brasileira.

Yarın Porto yolunda uğrayacağımız yerler var.

 

0

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir